Gözümüzle göremediğimiz mikroplardan çok, gözümüzün içine baka baka sağlığımızı tehdit eden büyük bir sistemle karşı karşıyayız. Her geçen gün daha fazla kişi hastalanıyor, daha fazla ilaç yazılıyor ve daha fazla insan, sağlık sisteminin içinde dönüp duran bir çarkın dişlisi haline geliyor. Oysa sorulması gereken soru şu: Bu kadar hasta olmamız doğal mı? Yoksa biz, birilerinin çıkarları için hasta mı ediliyoruz?
İlaçlar İçin Üretilen Hastalıklar
Yıllardır kliniklerde, hastanelerde ve eczanelerde olan bitene tanık oldum. Birçok hasta, ilaç aldıktan sonra geçici rahatlamalar yaşasa da, tam anlamıyla iyileştiğini söyleyenlerin sayısı oldukça az. Aslında bu bile bize bir şey anlatmalı. Modern tıp, semptomları bastırıyor ama kök nedenleri görmezden geliyor. Bir başka deyişle, hastalıklar tedavi edilmiyor; kontrol altında tutuluyor. Böylece kişi yıllarca ilaca bağımlı hale geliyor. Bu bir tedavi değil, bir endüstri stratejisidir.
Bugün, ilaç firmaları için “müşteri” demek “kronik hasta” demektir. Sürekli ilaç kullanmak zorunda kalan birey, bu kartelin sadık bir gelir kaynağıdır. Antidepresanlar, tansiyon ilaçları, ağrı kesiciler, kolesterol düzenleyiciler… Hiçbirisi hastalığı ortadan kaldırmaz; sadece sessizleştirir.
Tıbbın Tanrısallaştırılması
Bir diğer önemli sorun da tıbbın ve doktorların sorgulanamaz hale getirilmesidir. Eleştirmek, farklı bir yol önermek ya da alternatifleri tartışmak bile neredeyse imkânsızlaşmış durumda. Oysa bilim ancak sorgulanarak ilerler. Ne yazık ki sağlık sistemi, artık bir bilimden çok bir inanç sistemine dönüştürülmüştür. Beyaz önlük bir tür kutsal zırh haline gelmiş, hastane koridorları ise insanların kaderinin teslim edildiği birer mabet olmuştur.
Gerçek şu ki hekimlerin büyük kısmı da bu sistemin dişlisi haline gelmiş durumdadır. Her gün reçetelere yazılan onlarca kutu ilaç, neredeyse refleks haline gelmiş bir uygulamadır. Hekimlerin önemli bir bölümü artık tedavi edici değil, ilaç yazıcı konumundadır.
Sağlık mı? Yoksa Kâr mı?
Türkiye gibi 75 milyonluk bir ülkede yılda 12 milyon kişinin hastaneye yatması, akıl alır bir durum değildir. Bu kadar yoğun hasta trafiği, sağlık politikalarının başarısını değil, sistemin ne kadar bozulduğunu gösterir. Bir başka örnek: Eczanelerde sıra beklerken bir eczacının şu sözlerine kulak misafiri oldum: “Bugün kim nöbetçi doktor? Ooo, o Opadol yazar, rafları ona göre doldurun.” Bu cümle, sağlık sisteminin nasıl bir ticari döngüye indirgenmiş olduğunu açıkça gösteriyor.
Bir ülkenin sağlığı, eczane raflarındaki kutularla değil, halkın genel iyilik haliyle ölçülmelidir. Bugün birçok kişi, basit bir baş ağrısı ya da mide ekşimesi için bile ilaca sarılıyor. Çünkü reklamlar, yönlendirmeler, sosyal medya içerikleri ve hatta bazı hekimler, bunu bir davranış biçimi haline getirdi. Oysa sağlıklı olmak, ilaçsız kalabilmekle başlar.
Ne Yapmalı?
Artık bu döngüyü kırmanın zamanı geldi. Sağlık anlayışımızı kökten değiştirmeliyiz:
İlaç değil, yaşam biçimi önermeliyiz.
Beslenme, uyku, hareket, stres yönetimi gibi temel sağlık unsurlarına odaklanmalıyız.
Hekimleri sadece ilaç yazan memurlar olarak değil, sağlıklı yaşam rehberleri olarak görmeliyiz.
Alternatif tıp, geleneksel tedavi yöntemleri ve önleyici sağlık uygulamaları daha çok desteklenmeli.
Ve en önemlisi: Zorda kalmadıkça doktora gitmemeyi, ağır hastalıklar olmadıkça ilaç almamayı hayat prensibi haline getirmeliyiz.
Sağlık bir hak olduğu kadar, bireyin kendi bedenine olan sorumluluğudur da. Bu sorumluluğu başkalarına devrettikçe, sağlığımızı da elimizle teslim etmiş oluyoruz. Artık uyanmanın ve sistemin dışına adım atmanın vakti geldi.